31 Mart 2006

ajan

uzun zaman beni takip eden bir ajan olduğunu anlayamamıştım onun. çalıştığım gündelik işlerde hep yanımdaydı. güney illerindeki ekin hasadında, elma ya da pamuk toplarken, kışın büyük şehirlerde badana boya işlerinde, tekstil atelyelerinde hep benimleydi--ardıma takılmış sevimli, sıska bir sokak köpeği gibi. tuhaf olsa da nasılsa kanıksadığım bir birliktelik, yol/kader arkadaşlığı. kendi seçimim olmayan herşey gibi (hemşehrilik, milliyet, din hatta adım, cinsiyetim) onu da sahiplenmedim çok. ama -yaşadığım koşullardan olsa gerek- nedense onu rahatsız edici, kafamı kurcalayan bir unsur olarak görmedim. hatta zamanla gizliden, ufaktan hoşuma gitmeye başlamıştı bu herif.

istemeden karıştığım bazı olaylar yüzünden üniversitedeki kürsümden olmuş, hayatımı "amele" olarak kazanmak zorunda kalmıştım. bir zamanların sayılı kimyagerlerinden olan ben şimdi ne iş bulursam yapıyordum. diyeceksiniz ki neden göreli olarak daha "saygın", kendi konumuna yaraşır bir iş yapmayı seçmedin? elbette yapabilirdim ama kaybettiğiniz saygınlığı (!), konumu daha az saygın sayılan bir işle telafi edemezsiniz ki! (Her iş saygındır ve bu saygınlık görecelidir; insanları sorgularken işkence yapan bir görevli yaptığı işin saygınlığından şüphe duyar mı dersiniz. işini sevmeyebilir ama saygınlığına toz kondurmaz!) üstelik, kitaplar, fikirler, kuram ve deneylerle örülü bir dünyanın benim gibi -en azından bir zamanlar-asi bir ruha hitap etmediğini anlamıştım. bu gerçek ta 42 yaşında dank etmişti kafama. ben kapalı mekanlarda, tozlu kitap raflarıyla dolu odalarda, düşüncelerle örülü soyutlamalarda değil doğada, birlikte çalışan, üreten, terleyen insanların arasında mutlu olabilen biriymişim meğer.

evet ... her yerde bir gölge gibi takip ediyordu beni. bu tesadüfi arkadaşlığı yavaş yavaş kanıksamış, hatta onu kader arkadaşım olarak kabul etmeye başlamıştım.
şüphelenmesine şüpheleniyordum ama üstüne gitmenin bir anlamı yoktu, hem saklayacak bir şeyim yoktu, hele şimdi, hiç. ondan rahatsız olmak bir yana acımaya bile başlamıştım ona. bu kısa boylu, zayıf yapılı, narin adamcık nasıl olmuş da polis olmuş, benim gibi bir rejim karşıtını izlemeye başlamıştı, doğrusu akıl erdirmek zordu. polislerde gördüğünüz o fiziksel güçten, kendine güvenden, üniformalarından, şapkalarının altındaki bakışlardan süzülen o tehditkarlıktan onda eser yoktu. çelimsizliği bir yana, yürürken tedirgin bir edayla hareket ediyor, hep kendisine yönelecek bir tehdit varmışçasına korku dolu gözlerle etrafı kolaçan ediyordu. ip gibi ince, komik bir burnu vardı. komedilerde aktörlerin dudaklarının üzerine kondurduğu takma bıyıkları andıran, eğreti bir bıyığı vardı. endişeye kapıldığı anlarda bıyığını elinin baş ve işaret parmağıyla bir düzeltmesi vardır ki görülmeye değer.

beni takip etmek sevdasıyla katlandığı eziyetler onu acınası bir insan müsveddesine çevirmişti. tarlalarda, inşaatlarda, cayır cayır yanan plajlarda, buz kesmiş dağlarda beni takip etmekten ayakları nasır bağlıyor, pişik oluyordu. nasırı vurmasın diye ayağına bir çaput bağlar olmuştu. bıyıklı bir mumyaya benziyordu. dinlenmeye çekildiği zamanlarda basırları yetmiyormuş gibi bir de ayak parmaklarında türeyen mantarla ilgilenmek için odasına kapanırdık. ayağındaki mantar kaşınıyordu. nasıl bir illet olduğunu anlatamam. bir gün elinde bir makasla kaşıntısını gidermeye çalıştığını kendi gözlerimle gördüm. yazın pişiğinin nahoş etkilerini bertaraf etmek için de şalvar giyiyordu. güzel, dökümlü bir şalvardı doğrusu.

bu kez kader bizi bir tatil beldesinde yakalamıştı. yabancı turistlere hizmet veren bir plajda şezlonglara bakıyor, kumsalın temizliğini yapıyorduk. bana

-epeydir seni takip ediyordum, hoca, dedi.

sesinde beni köşeye sıkıştırmış olmanın, son öldürücü darbeyi indirmeye hazırlanırken içinde kabaran heyecanın buruk (böylesi bütün hamleler buruk değil midir?) tadı ve şaşkınlığı vardı. (evet. şaşkınlık. bu cesareti bulmuştu sonunda. cesaret diyorum, çünkü bu itiraf, aramızdaki zımni dostluk ve dayanışmayı, her ne kadar müphem olsa da birlikte yaşamaya göz yumuşumuzu -en azından benim açımdan- imkansız kılabilirdi).

bunu bekliyordum. gel gör ki ne diyeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilemiyordum. bunun iki nedeni vardı. birincisi, karşımda bir sivil polis ya da ne derseniz deyin, devlet adına çalışan bir ajan vardı ve beni takip etmekte olduğunu itiraf ediyordu. geçmişimi didkleyen ve şu anda hayatımın içine giren bir polis duruyordu karşımda. ikincisi, ben masumdum. evet, geçmişte devlete karşı eylemlere karışmış olabilirdim. ama suçumu çekmiştim ve şimdi masumdum. masumiyetim de bana diyecek bir söz bırakmıyordu.

gözlerini denize çevirmiş, sigarasını içiyordu.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home