24 Ağustos 2011

yeni ama hatırlanamayan bir düş

gördüğü düşü karısına anlatıyor. şu anda hatırladığı tek şey bu gibi. bir de düşünde tanıdık ya da ünlü birini görmüş olduğu hissini. öyle ki gördüğü düş bu kişinin bir zaafını açık ediyor sanki, ya da onu olmayacak şeyler yaparken sunuyor.

düşünüyor: eğer ifşa edebileceğim bir düş olsa, ossaat kaydederdim o düşü, deftere ya da belleğimin bir köşesine.

üzülüyor. ne de olsa sözkonusu o kişinin yerine bir başka insanı koyabilir, ya da onu incinmeyecek bir hale sokabilirdi-bir romancının karakterlerini istediği şekle,yola sokması gibi.

bugün borges'in doğum yıldönümü.

28 Ocak 2010

deniz 1

03 Ağustos 2008

Dream of Doctor Jivago a.k.a. Dr. Smirnoff


(Bu rüyayı, susadığımdan olsa gerek, kalkmama yakın bir saatte (02:15 civarında) gördüm. Uyanır uyanmaz kaleme sarıldım; bunu yaparken gördüğüm rüyanın sekanslarını atlamamaya da özen gösterdim. Eh, başarılı da oldum sanıyorum.)

Olay bir koğuşta geçiyor. Hasta olduklarını kolayca çıkarsayabileceğiniz yüzlerce erkek ranzalarda yatıyor. Yerler şaplanmış betondan; zeminde yer yer çatlak ve kırıklar görülüyor.

Dr. Smirnoff sonunda geliyor. Koruma mı yoksa asistan mı oldukları seçilmeyen ama her iki işi de üstlenen adamları ona eşlik ediyor. Bir hastayı kucaklıyor Smirnoff. Bir süre sonra dev bir duş ahizesiyle adamı yıkıyor; adamın kıllı poposunu, geniş omuzlarını seçebiliyorum.

Sıra bana geliyor. Bir önceki hastadan ilhamla ben de anadan doğma soyunuyorum. –Diğerlerinin bakışları umurumda değil çünkü bir ölüm kalım meselesi bu: ne olduğunu bilmediğim çaresiz bir hastalığın pençesinde kıvranıyorum ve bu illetten kurtulmak için ben de bu mezbeleye gelmişim.

Kaşla göz arasında bitiyor muayene ve bana bir şeycikler demiyor Yoldaş Smirnoff.

Aradan zaman geçiyor. Bu kez biraz giyinik vaziyetteyim. Üzerimde düğmelerini vurmadığım çizgili Sümerbank /Auswitsch pijamam var. Nasılsa bir yolunu bulup yeniden muayene şansını yakalıyorum. Smirnoff Bacanak ellerini, daha doğrusu iki başparmağını şakaklarıma dayıyor ve olanca gücüyle bastırıyor. Canımın yandığını hissedebiliyorum. İrtifa değişikliğinde kulakları çınlar ya insanın işte öyle bir vınlama sesi çıkıyor kafamdan, kulaklarımdan. Derken bir sıvının tıp tıp diye burnumdan beton zemindeki çatlaklara damladığını duyuyorum. Su ve kan karışımını andıran ve üzerinde un zerreciklerine benzeyen tuhaf şeyler olan bir sıvı. Seans bitiyor. “Siz sağlıklısınız,” diyor Bay Beyaz Önlük.

Elbette bütün bu sağaltım olayının bir düzmece, Dr. Smirnoff’un ve eşlikçilerinin şarlatanlar olduğunu anlıyorum rüyanın son demlerine yaklaşırken.

Tabii ya! Hastalar sivil haldeyken tırnakçı Boris’ler hemen işe koyuluyor, hastaların cüzdanlarını boşaltıyor, yastık altına gizlediklerini para çıkınlarını bir güzel iç ediyorlardı.

Ama doğruya doğru. Bu Smirnoff tam da bir şarlatan sayılmazdı. Mürekkep yalamış bir tip olacak i bazı teşhislerinde kusursuz olduğu bile söylenebilirdi. Ama hepsi o kadar. Ne Azrail’in kollarından kurtardığı bir fani ne de hayata döndürdüğü bir Lazarus vardı!

***
Smirnoff and Co’yu rüyanın son sekansında Apollo Tapınağı’ndan geriye kalan üç beş mermer sütunun yanında yakalıyorum. (Tapınak akla Side’yi getiriyor.) Sarı saçları akşam kızıllığında esmeye başlayan meltemde savruluyor. Hafifçe gülümsüyor. Benim her şeyi anladığımı biliyor. Ben de onun benim her şeyi bildiğimi bildiğini fark ediyorum. Damdan düşer gibi “Birlikte çalışmaya ne dersin?” diyor. Hangi dilde sarf ediyor bu sözcükleri kestirmek güç: Bu da rüya mekanizmasının bir cilvesi. Türkçe? Değil. İngilizce? Değil. Slavik bir lisan? O da değil. Olsa olsa rüyaların o herkese hitap eden iç lisanında.

“Birlikte çalışmaya ne dersin?” sorusunu yanıtlamadan rüya sona eriyor. Galiba teklifini kabul edeceğim.

16 Haziran 2008

MÜZİK SİZE VURDUĞUNDA...

Dick Hebdige: Kes Yapıştır: Kültür, Kimlik ve Karayip Müziği. Ayrıntı Yay. 2003. Çev. Çağatay Gülabioğlu.

I.
“Başlangıçta ritim vardı...”
Türkçe Yarıklar anlamına gelen İngiliz kadın punk rock grubu Slits

80’li yıllarda “break dans” çılgınlığı patlak vermişti. Darbe yemiş bir Türkiye’de ne ilginç bir moda değil mi? Çayda Çıra oyununu sıkıcı bulan ülke gençliği elektrik çarpmış gibi orasını burasını oynatıyor, debeleniyor, yerlerde kafasının üstünde yuvarlanıyordu. (Vah Türk Gençliği vah!) Ben lisedeydim o sıralar. İtiraf ediyorum: Ellerinde teypler, Antalya’nın falezlerini turalayan Amerikan tıraşlı gençlerin arasında ben de vardım. Plaklarla kolajlar, “strach”ler yapan, sesleri üst üste bindiren maharetli dj ve şarkıcıları tam anlamasam da seviyordum...
Sonradan dans yönünü öğrendiğim reggae’yi bildiğim pek söylenemezdi. Bob Marley ve UB40’yi duymuştum. TRT’de Tolga Han Dans Grubunun repertuarında yer alan “Could You Be Loved” şarkısı vardı... Sonra, Ankara’da Sakarya Caddesi’nin bana çok şey ifade eden, en salaş ve en güzel zamanlarında (Ahmet Erhan’ın Ankara’yı henüz terk etmediği, Nihat Genç’in halkla ilişkilerini Sakarya Çay Ocağından yürüttüğü dönemlerden bahsediyoruz. Ders/iş çıkışında doluştuğumuz o gaz odası, gürültü değirmeni gibi mekanlârda... Mesela Nil, Nüans, Blues Bar, aşağıdaki Rüya, Nihayet, ve kısa ömürlü canım Light Bar (ki şimdilerde Selahattin Alpay’ın Lahmacun Salonu’dur) Bob Marley’in “No vommın no kıray” diyen sesi bir yerlerden ulaşırdı kulağınıza. Ama o kadar; “break dans”ın haşinliği yanında reggae’nin salınma/ayak sürüme karışımı dansı bize hitap etmiyordu.

Velhasıl müzik sözlerini biliyorsanız eşlik ettiğiniz, kendinizi ritmine kaptırıp dans ettiğiniz bir şeydi.

Hem sonra, ben dansçı falan değildim öyle bir niyetim de yoktu.

II.
“Şu sazıma bir düzen ver
Teller de muradın alsın.”
Aşık Ali İzzet Özkan (Yorumlayan Şah Turna)

Müzik türleri arasında bir hiyerarşiden söz etmek herhalde yanıltıcı olmaz. Bazı müzik türleri daha çok şehirli, burjuva, ciddi ve okumuş tiplere hitap ediyormuş izlenimini verir. Örneğin caz ve klasik müzik (ülkemiz müzik canon’unda Türk sanat müziği böyle bir yer işgal eder) üzerinde kafa yorulması gereken ya da hayranlarının hakkında bilgi sahibi olduğu türler olarak algılanma eğilimindedir. Anlamazsanız olmaz. (“Ne anlıyorsun bu gürültüden?”) Reggae, kalipso, ska, rap, hiphop (bizden oyun havaları) gibi türler ise daha çok avama hitap eden, “anlamanız” beklenmeyen, eğlencelik türler olarak görülürler, ne de olsa bunlar dans müziğidir. Hakkında bir şey bilmeseniz de olur. “Racon”a aşinaysanız idare edersiniz.

Elbette bu iki kutuplu yorum bir körlüğe işaret eder; durum yalnızca bundan ibaret değildir. Müzik ve eğlence kolayca, yadırgamadan özdeşleştirdiğimiz iki kavramdır; ancak türü ne olursa olsun, müziğin üretiliş, alımlanış ve yeniden üretiliş süreci işin içine katıldığında bu iki kavramın yanına başka kavramlar da giriverir: Tarih, politika, emek, teknoloji, sınıfsal çatışmalar ve ayrışmalar. Müziği böyle okuyunca onu algılayışımıza dair bir silkinmenin husule gelmesi kaçınılmazdır. Dick Hebdige’in Kes Yapıştır: Kültür, Kimlik ve Karayip Müziği adlı kitabı sözünü ettiğimiz körlüğü en azından Batı Hint Adalarından türeyen türler için sağaltan bir kaynak.

III.

“Müziğin en iyi yanlarından biri de, size vurduğunda hiç acı duymamanızdır.”
Bob Marley

Türk okurların Hebdige’le ilk tanışması, gençlik altkültürlerinin egemen yapı tarafından nasıl evcilleştirildiğini anlattığı Gençlik ve Altkültürleri (Çev. Esen Tarım, İletişim, 1988) adlı yapıtıyla olmuştu. Kes Yapıştır’da ise önceki kitabındaki altkültürlere yataklık eden ya da bu altkültürlerden beslenen müzik türlerini yalnızca bize sunulduğu mecralardaki biçimi ve algılanışıyla incelemek yerine, evrim halinde, ele avuca sığmayan, ideolojik ve sosyolojik bir olgu olarak irdelemektedir. Kitabın belki de en aydınlatıcı özelliği bazı müzik türlerinin doğuşunu, geçmişini, farklı türlerle alışverişini, kayıt/ses endüstrisindeki değişikliklerin müziğin üretim sürecini nasıl etkilemiş olduğunu ortaya sermesi.

Kitabın özgün adından (Cut and Mix – Kes Karıştır) anlaşılacağı üzere Hebdige Karayip müziği ve ondan beslenen türler arasında bir metinlerarasılık (seslerarasılık mı desek?) olgusunun çevresinde kurgulamış çalışmasını. Çalışma, yöntem olarak “yeni tarihselcilik”e çok yakın duruyor; yazar, incelediği metne/olguya belli aşkın değer yargıları yakıştırmak yerine onun üretilip tüketildiği tarihsel bağlamı ele almayı hedefliyor. Yazar onca müzik türünü sıkı bir şekilde incelemek için yalnızca şarkı sözlerine bakmakla kalmıyor, tam bir kazı yapıyor handiyse... Söyleşiler, dergiler, fanzinler, dönemin müzisyenleriyle bizzat yaptığı görüşmelerden renkli bir kitap ortaya çıkarmayı başarıyor.

Hebdige Alex Haley’in Kökler romanında Afrika’dan koparılıp gemilerle başka diyarlara götürülen Kunta Kinte’nin öyküsünden bir bölüm aktarır. Sanırım bu bölüm, Hebdige’in kitabında sıkça vurgulanan bir gerçeğin alegorisidir: Kamçı zoruyla dans eden köleler “toubub fa!” diye bağırırken, beyaz adamlar kölelerin dilini bilmedikleri için gülmekte, el çırpmaktadırlar. Oysa kölelerin sarf ettiği sözler “beyaz adama ölüm” anlamına gelmektedir.

Müziği okuma serüvenimizde ufkumuzu açan daha nice ciddi araştırmanın yayınlanması dileğiyle...

Not: Bu yazı, redaksiyonunu yaptığım kitap için yazılmış bir tanıtım yazısıydı. Ama nedense bilgisayarda unutulup kalmış...

12 Mayıs 2008

alıştırma 1: görüntü karlı: antendeki leylek var!

side'nin kumullarında yere uzanmış bir deve yekindi, vücudunu dalgalandırarak ayaklandı, kıçına üşüşen sinekleri bir kuyruk salvosuyla savuşturdu ve yere pizza büyüklüğünde bir tabak bok bıraktı: Kopf!

***

seda sayan'ın sabah programını basan silahlar kuşanmış, sakallı sekiz teröristin ellerindeki silahları ateşlemesiyle tavandaki spotlar tuz buz olup yerlere saçıldı, klarinetçi ekrem bey seken bir kurşunla şehit düştü-- "to be specific, ekrem bey was the first victim in attacks of similar kinds in a country that fell prey to islamic eco-terrorism" (2015 mart ayında bbc prime'da yayınlanacak ve türkiye'yi konu alacak bir belgeselden), saldırganlardan biri elindeki yeşil bayrağı sallayınca seyirciler arasında cılız, zoraki alkışlar koptu: herkeş tekbir sözcüğünün ardından o beklenen sözleri haykırdı--seda hanım çıkan kargaşa esnasında orkestranın kemancısı sayesinde arka kapıdan sıvışırken: "ayol insan haber verir, anacı'ım," boyladılar; yayın devam etse reklamlar girecekti.

***

kopçasını çözdüğü fıstık yeşili pantolonun uçları ayaklarına kadar iniyor ve banyo karolarının aralarında birikmiş suya değiyor, sakalını sıvazlayıp malafatını eline alıyor, tükürüyor, yarım bıraktığı "Bisss..."in gerisi dişlerinin arasında kaybolup giderken dudakları zevkle yanaklarına doğru geriliyor, çamaşır makinasına yaslanan ve beyaz kıçından başka bir kısmı görünmeyen tekstil yığınına doğru adımlıyor, tv dizisinin yönetmeni kameranın vizörüne eğilip bilgiç, kendinden memnun bir edayla gülümsüyor...

***

iş görüşmesi:

-demek müşavir olmak istiyorsunuz, öyle mi?
-siz uygun görürseniz efendim.
-peki, özgeçmişiniz çok etkileyici. ama kişisel özellikleriniz de çok önemli.
-yerden göğe kadar haklısınız...
-mesela, sandaletinizin içine çorap giyer misiniz?
-elbette.
-güzel. müzik?
-hayır, müzik dinlemem. dikkat dağıtır. sivilce yapar.
-hmm. içki içmediğinizi, sigara kullanmadığınızı zaten yazmışsınız...
-evet, haşmetmaabları.
-elini çek oradan.
-af buyurun, dalmışım.
-sesini yükselterek de konuşma.
-...
-yengeç salatası yer misin?
-ağzıma sürmedim. sülalemde hiçkimse yengeç salatası yememiştir.
-hiç bir yetişkini çıplak olarak gördün mü, Jason?
-ha?
-ne ha'sı lan? inek!
-sorunuzu anlamadım.
-bakıyorum, özgeçmişinizde belirttiğiniz kadar da zeki değilmişsiniz.
-...
-ne bakıyorsun öyle. bakma bana!
-...
-ha şöyle.
-...
-hiç bir yetişkini çıplak olarak gördün mü, Jason?
-hayır...
-iyi, birazdan göreceksin. ... neyse, biz işimize bakalım. ... takım tutar mısınız? futbol?
-evet. ayrıca, amatör kümede forvettim.
-güzeeel. haftasonu birlikte oynarız isterseniz.
-...
-çekinmeyin canım. bunda ne var ki? evet bazen kızıyorum ama sizi sevdiğimden.
-çok isterim efendim. yani sizinle futbol oynamayı.
-kahvenizi nasıl içersiniz?
-?
-kahvenizi nasıl içersiniz? diye sordum size.
-nasıl desem...
-kahvenizi nasıl içersiniz? diye sordum size. yani, şekerli mi? orta mı? sade mi?
-efendim, şey, ben kahve içmem.
-güzel. tam istediğim gibi. madagasakar'ın başkenti neresi?
-bilmiyorum.
-ne demek "bilmiyorum"!?. sana ne ulan sülalesini s..tiğimin andavalı. sana ne madagaskar'dan! bıyıklarını da doğru dürüst kesememişsin! takım elbisen de ucuz mu ucuz. nesin lan sen? kimsin lan sen? hep abuk subuk konuşuyorsun. tepemin tasını attırıyorsun... referans mektubu isteyen mi oldu senden? burayı ne sandın sen? madgaskar mı? bütün üstün başın da parfüm kokuyor!
-...
-...bu koku. aklımı başımdan alıyor bu koku...
-bakamlığın iç avlusunu görmüş müydünüz? gelin yaklaşın. çekinmeyin. hep bu an'ı bekledimdi/seni yalvarırken görmek/seni ağlatabilmeeek/ geçmişi senden almak/bütün ümidimdi oooolmaz artık...

***
(kitabın editörünün notu)
yazarımız belli ki bazı saplantıların esiri durumunda: buraya kadar yazdıklarında çok obscene laflar ve sahneler var. okurken ar damarım çatladı. ama herifçioğlu yayınevi sahibinin yeğeni. elden bir şey gelmez. bütün bu yazılanlar yazarın sorumlulğundadır , komtanım.

03 Mart 2008

Kiss TV: Zaman Kanalı

(Ey Okur, bilgisayarın Belgelerim klasöründe gariban bir halde duran bu yazıyı görünce içim cız etti ve buraya yapıştırmaya karar verdim. Ben yazdım diye söylemiyorum, fena yazı da değilmiş hani. Ta 6 sene evvelinden, 2002 senesinden...)

Televizyon kanallarını zaplarken ne zaman karşıma Kiss TV çıksa Charles Simic’in Hayalet Gemi dergisinde (sayı 28, 1996; çev. Nazlı Ökten) okuduğum “Zaman Kanalı” adlı öyküsünü gelirdi. “Zaman Kanalı”, televizyon kanallarının belirli ve dar alanlara yoğunlaştığı fikrini en uç noktaya götüren bir çok-kısa öykü. (Haber, belgesel, müzik, spor, sinema, erotizm, moda, fuar, Tatlıses kanallarını düşünün bir.)
“Saatleri ve dakikaları gösteren bir televizyon kanalımız var,” diye başlar öykü. “Program sunucusu cenaze levazımatçıları gibi siyahlar giyiyor ve bir sopayla kocaman bir saati işaret ediyor. Geleceğin gözlerimizin önünde geçmişe dönüşünü izliyoruz. Amma da sıkıcı, diye düşünüyor olmalısınız. Belli bir monotonluk, uyuşturucu bir tembellik olduğunu kabul ediyorum. Bazıları bu kanalı seyrediyorlar çünkü en azından herhangi bir sürpriz olmayacaktır.”
Şaşmayan bir dakiklikle art arda aynı müzik kliplerini yayınlayan Kiss TV de bizim zaman kanalımızdı. Eğer bir günlük programın tamamını kaydetseniz bir sonraki gün aynı şeylerin gösterildiğini görebilirdiniz. Geçmiş zaman kipinde söyledim, çünkü artık Kiss TV yayında değil.
Gösterilen kliplerin sayısı on beşi geçmezdi herhalde. Hatta bir dökümünü yapmak bile işten sayılmazdı. “Onun Arabası Var” diyen Mustafa Sandal, neredeyse her zapladığınızda karşınıza çıkıveren Soner Arıca, Jon Bon Jovi’nin oynatıla oynatıla renkleri kaymış konser görüntüleri, Meltem Cumbul’un sular içinde bir kaybolup bir belirdiği şarkısı, Yonca Evcimik, Emel Müftüoğlu ve adını sanını bilmediğim birkaç “çikolata renkli” şarkıcının klibi.
Sınırlı bir koleksiyonla idare eden bu kanal pek reklam da oynatmazdı. Ne yer ne içerdi bu adamlar? “Üç Beş Klip Oynatarak Bir Müzik Kanalı Nasıl Batırılır” konulu bir belgesel mi çekmekti amaçları? Yoksa başlarına bir iş mi gelmişti? İşin şakası bir yana, içime bir kurt düştü. Bir tuhaflık vardı. TV kanalının çalışanları yedikleri kuşbaşılı pideden zehirlenmiş olmasınlardı? Pekala FRP’ci bir örgüt stüdyoyu ele geçirmiş, pilotu otomatiğe bağlayıp burayı atari salonu olarak kullanıyor olabilirdi. Telefona sarılıp TV stüdyosunu aramayı, polise ihbarda bulunmayı geçirdim aklımdan. Ama olmadı; tembelliğime yorun.
Kaygılarımın yersiz olduğunu düşünebilirsiniz, ama ben Kiss TV ayaktaysa ülkenin bütün kurumları ayaktadır, diye düşünüyordum. Kiss TV bir istikrar göstergesiydi benim için. Ekranda Mustafa Sandal’ı ya da JBJ’yi görünce yüreğime su serpilirdi—Türkiye’de, dünyada (içerde ve dışarıda) herşey yolundaydı. Kiss TV’yi izleyememek beynimde birbirinden kopuk bir sürü görüntü, ses ve sözcük yığınının peyda olması demekti: “Topuğundan vuruldu,” Meydana gelen kazada….,” “Meclise gönderilen teskere…,” “Deprem!” “Borsada işlem gören hisseler…,” “Köprüden atladı!” Kiss TV’nin sıkıcı tutarlılığı hayatın bildik akışının devam ettiğini muştulayan güvenilir bir saatti benim için.
Tam da Kiss TV hakkında bir yazı döşenecektim kanal yayınına son/ara (?) verdi. Güzelim ekranda bir renk tayfından başka bir şey yok. İnanamadım. Çevremdeki insanlara sordum, olayın doğruluğunu teyid ettiler. Kiss TV sırra kadem basmıştı. Soner Arıca’nın yaratıcılık sınırlarını zorlayan otobüslü klibi artık yok (Arıca’nın otobüsün üstünde yatıp edalı edalı bakışı, saçlarını sallayışı; elindeki darbukayla Savaş Ay’ı andıran sakallı, kepli klip oyuncusu; diğer rol arkadaşlarının şen şakrak otobüsten inişleri hala belleğimdedir). JBJ artık “Dead or Alive” demiyor. Senelerce önce çekilen bu klipler sanki “Memento Mori” diyen birer uyarıydılar. Tatmin olmamak üzere tasarlanmış gözlerimize, kulaklarımıza atılan bir şamar.
Hayatımız allak bullak olmadı, ama umarım Kiss TV yayın hayatına geri döner. Eğer böyle bir niyetleri varsa onlara aşağıdaki şarkı ya da klipleri repertuarlarına eklamelerini öneriyorum—sıkıcılıklarına çeşni katsın diye.

• “Tell me How am I Supposed to Live without You” diye yırtınan Michael Bolton: Sabah 07:00’de açılış parçası olabilir. İnanın, en uykucu ademoğulları hemmen ayağa kalkacaktır.
• Trence Trent D’Arby’nin (Adamın ne zor adı var değil mi? Üstelik bir “printer”ın çıkardığı “cırt, cırt” seslerini andırıyor. Yanlış yazdıysam hayranları kusura kalmasınlar) “Wishing well, Wishing well” diye terennüm ettiği ya da Ümit Besen’in “Nikah Masası”nın (At artık imzanııı...) İngilizce versiyonu diyebileceğimiz “Sign your name and cross my heart” adlı şarkısı. Saati önemli değil. Reklam aralarında zaplayanların yüreğine her daim su serpebilir.
• Biraz da sanat müziği: Muazzez Ersoy Hanmfendi’nin sayısını kestiremediğim “Nostalji” serisinden herhangi bir parça: Saati önemli değil. Güzelim şarkıların katlediliği bu “cover”lar çöp arabalarının gezinmeye başladığı 23:00 sularında çalınabilir.
• Pantolon kemerine sıkıştırdığı ceketiyle ve fermuarının hemen üstüne soktuğu mikrofonuyla (Ah, belleğimin beni yanıltmasını nasıl isterdim!) Roman havaları eşliğinde kıvıran, Başbakanımızın gözbebeği petrolcü Adnan Bey de unutulmasın. Yatsı namazı saatlerinde: Bir gaz lambası eşliğinde.
• Tarkan’ın ilk klipleri: “Kıl Oldum Abi,” vb. Nostalji niyetine. Sabahları: havaya girmek için.
• Çelik’in “Komşu Kızı” adlı parçası: Sinir krizinin ve absürditenin doruklarında dolaşmak için. Klibi yoksa, Çelik’in aklı çelinip videosu çekile ve halkın hizmetine sunula. Yok, yok, vaz geçiyorum: Şakası bile kötü.
• “Katula Katula: Yazan, Çimen, Çığıran ve Oynayan Davut Güloğlu”. Kabotaj Bayramlarında bol bol gösterilsin. Layt bira, Vinston Layt gibi gündelik kullanımlar yetmezmiş gibi “Layt Erkek” nitelemesini Türkçemize kanırttarak soktuğu için. Rakı içen Karadenizli emeklilere saat 23 dolaylarında keyif verebilir.

Charles Simic’e kulak verelim: “Zaman sadece sayı saymanın olduğu yerde vardır ve saymak yalnız bir ruhun etkinliğidir. O halde televizyonunuzu açın ve çingene falcıların kanalını, tımarhane sakinlerine ayrılmış kanalı, devletin gerçekleştirdiği geçmiş infazları yeniden yayınlayan kanalı geçip zamanı bildiren kanala gelin.”

27 Temmuz 2007

ulus baker'in yaz tatili

ODTÜ Gisam ve TAKSAV'da verdiği derslerine devam ettiğim Ulus, tıpkı Deleuze gibi, felsefenin geniş kitlelere yayılabilmesinden yanaydı bence. Deleuze, Spinoza'yı felsefe artalanı olmayanlar için nasıl daha vuzuhlu kılmışsa Ulus da benzeri bir yaklaşım sergilemiştir derslerinde. Gideceği yönü belli olmayan, yine de şaşırtan bağlantılar kurarak ilerleyen dersleri bir söyleşi havasındaydı, bu yönüyle de beni "hoca" etkileyen nadir insanlardandır. Onun derslerine katılmak sarp bir dağa tırmanmak gibiydi; zirveye giden yolu nereden kuşatacağını kestirmek pek de kolay değildi--hoş, "tırmanılacak bir zirve de yok," derdi, ona kalsa.

Ulus Baker bir temmuz günü öldü.

23 Haziran 2007

saksağanlar

bir saksağan "entry"si çoğul olmak zorundadır. saksağanlar gürültücüdürler, sürü halindedirler. "cak cak" sesleriyle kafanızı şişirebilirler, gene de kızamazsınız onlara. oyuncu, kurnaz ve zirzopturlar. dahası sevimlidirler. kuşlar aleminin fraklı jönleridirler.

hep varolagelen saksağan sevgim son zamanlarda onlarla sıkça karşılaşmamla birlikte kendini dayatan tuhaf bir olgu haline geldi.

* yolda bir arabanın ezdiği eşinin başında çaresizce dönerek onun ayağa kalkmasını, kendisiyle birlikte meşeliklere doğru uçmasını bekleyen bir saksağan gördüm.

* işyeri tuvaletinde bir gece boyunca kapalı kalan bir saksağan gördüm. Yerlere pislemişti ve dışarı çıkmak için pencerenin camına çarpıp duruyordu. Elime aldım onu. Beni gagalamaya çalıştı. Onu pencereden dışarı bıraktım; sanki yıllardır uçmuyormuş ve hep bu anı bekliyormuş gibi kanatlarını var gücüyle çırparak uzaklaştı.

Alafalak: yanılmıyorsam bizim oralarda saksağana verilen isim.

Meşe korularını çok sevdikleirne dair (yanılma payı hiç de düşük olmayan) bir his var içimde.

Bugün çimenlerde aylakça gezinen kumruları bir ürkütüşleri vardı ki, görmeliydiniz.

Ha bir de "one for sorrow, two for joy" (Nihan).

Etiketler:

hayvanlar alemi: giriş

Hayvanlarla ilgili tematik bir yazılar, gözlemler demeti oluşturma fikri bana iyiden iyiye cazip gelmeye başladı. Saint-Saenz, D.H. Lawrence, Rilke, Durrell, vb. benzer bir tutkuyla yola çıkan sanatçılardan... Benimki ne kadar derli toplu olur bilemem. Böyle bir iddiam ya da amacım da yok zaten. Bir taksonomi uzmanı ya da çevreci tavrıyla hareket etmiyorum. Gene de bana bir kanal açacağı umuduyla çıkıyorum yola. haydi hayırlısı...
Kim bilir, "puma düşü" gerçek oluverir.

Etiketler:

07 Haziran 2007

İki Genç Kızın Romanı

Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı'nı okuyorum. Mutfak Kazları'ndaki "Mutfak Kazaları" şiirinin bu romanının bazı (belki de bir sürü) sayfasını beslediğini (sakar anne motifi, yemek pişirmeler, mutfak alışverişleri ve bunlarının etrafında dolanıp duran ölüm-öldürme izlekleri) görmek beni öyle şaşırttı ve sevindirdi ki... (Önce şair Mağden'i tanımış olmaktan kaynaklanan doğal bir okur tepkisi...)

Romanın ortalarındayım ve sanırım korktuğum şey olacak: Kitabın bazı bölümlerinde giydikleri (Marks and Spenser, Diesel) donlara kadar teşhis ve teşhir (ve teşrih) edilen kurbanların katilinin Behiye olduğu... Yoksa bir film olma şansı çok zayıf olurdu.

Ya Mağden'in yazarken büyük keyif aldığı o cesetlerin ortaya çıktığı sahnelerin Behiye ile hiçbir ilgisi olmasa ve onlar romana gerilim katan rastlansal bölümler olsaydı? Bence çok güzel olurdu.

Okurken aynı zamanda yazarız da...

Not: Yanılmışım. Romanı bitirdim ve Mağden'e duyduğum hayranlık çoğaldı.

14 Mayıs 2007

nereye gider yollar?



nereye gider yollar?
nereye gider yolcu?
giden yolcu değildir
ne de olsa, o zaman
taşıdığı kendisi midir?
yoksa avutmak istediği
bir arzu mu: kaybolmak,
aramak, ama hiç mi
hiç tatmin olmamak,
yetinmemek retinasına,
kulağına, derisine
ulaşan o imajlarla,
sesler ve dokunuşlarla...

23 Mart 2007

taşa tapınmak

lal!
almaldin, prop, grossular
(hepsi de garnet grubundan)

-granat! de bana, granat!-

yakut
zirkon
turmalia
hepsi kendi ayaklarıyla geldiler


sen beni iyi bilirsin
sen bana hükmedersin
sana sığınırım
karıştır beni ey taş!
pışpışla beni

hayran olmaklığım kimesneyedir
öldür beni ağırlığımca

21 Şubat 2007

Radiohead: I Will

Bugün belki 10 defa dinledim... Bir ağıt.

I Will

I will
Lay me down
In a bunker
Underground
I won't let this happen to my children
Meet the real world coming out of your shell
With white elephants
Sitting ducks
I will
rise up
Little babies eyes eyes eyes eyes
Little babies eyes eyes eyes eyes
Little babies eyes eyes eyes eyes
Little babies eyes eyes eyes

07 Şubat 2007

Düş: Pumanın Beklenen Ziyareti

Karşımda duruyor. Karşımda bir puma duruyor. Gerçek, yırtıcı, onurlandırıcı belki ama ölümcül. "Gene geldi," diyorum hiç tereddütsüz. Simsiyah (siyah bir puma? Evet, rüya mekanizmasının bir oyunu olsa gerek. Gördüğüm mahluk sanki "ben bir pumayım, siyah bir puma!" der gibi bakmış bana), parlak derisi gözlerimi alıyor. rengini çıkaramadığım gözleri -yol kenarlarındaki parlak kedigözler gibi-, en çok gözleri etkiliyor beni. Pençeleri, keskin, sivri dişleri değil de gözleri kanımı donduruyor. Korkudan mı yoksa çaresizlikten mi bilmem, ürküyle yerden kum atıyorum gözlerine. Aldırmıyor. Kulaklarının seğridiğini görür gibi oluyorum. Bir an rahatlıyorum onun bana saldırmasını ertelediğim için; ama bir yandan da olası bir saldırının daha amansız, ani ve kanlı olacağı fikri teslim alıyor benliğimi.

(Bir havalandırma boşluğu kadar dar bir koridordayız. Puma karşımda duruyor. Yerdeki kum nereden gelmiş bilmiyorum. Kum: yine düş mekanizmasının tuhaf ürünü).

Bir hamleyle sağımdaki koridorun güvenli duvarlarına atabilirim kendimi... ama o da boş duracak gibi değil. Her an üzerime atlayabileceğini, kafamı sevgi dolu bir sarmalamayla pençelerinin arasına alabileceğini ve dişlerini enseme geçirivereceğini biliyorum. Dişlerinin keskin bir bıçak gibi kolayca etime geçeceğini de...

Bunlar daha önce oldu. Puma daha önce beni avladı. Bunu hatırlıyorum. Rüyamdan dehşetle uyanmadığımı söylesem... Rüyamdan dehşetle uyanmadım. Bu rüyanın imajlarının dokunduğu makara sonuna kadar döndü. Görüntüler sona erdi. Salon karardı. Sonra seyircilerin (benim ve bu rüyayı gören başka rüyazedelerin) çıkış yolunu aydınlatan floresan lambalar ürpererek yandı.

19 Ocak 2007

Susan Gubar: "'Boş Sayfa' ve Kadın Yaratıcılığı Meselesi"

“Mona Lisa” 1911 yılında Paris’teki Louvre müzesinden çalınıp iki yıl boyunca kaybolduğunda, daha önceki 12 yıl boyunca gelenden çok daha fazla sayıda insan şaheserden geride kalan boşluğa bakmaya gelmiştir.

BARABARA CARTLAND Book of Useless Information (Lüzumsuz Bilgiler Kitabı)

Bir anlık Ovidius’un kral Pygmalion hikayesini düşünün: Kadın mizacının zaaflarından dehşete düşen bir kral, güzel fildişi bir heykel, fildişi ne kelime, kar beyazı bir fildişi heykel yapar ve ona aşık olur. Pygmalion güzeller güzeli heykeline hediyeler sunar, onu giydirir, takılarla süsler, kıvrımlarını okşar, yatağına alır ve Venüs’e karısının bu “fildişi kız” ya da onun gibi olması için yakarır. Fildişinin parmaklarının altında “balmumunun güneş ışığında ellenince erimeye yüz tutup esnemesi gibi” yumuşayınca, Pygmalion sevinçten nutku tutulur: “Bu canlı bir beden!” Yalnızca bir canlıya hayat vermekle kalmamış, arzu ettiği gibi bir kadın yaratmıştır—esnek, duyarlı, tamamen tensel. En önemlisi de, birçok erkeğin hissettiği aslında bir kadın bedeninden ve kadın bedeni tarafından yaratılanın kendisi olduğu hakikatini kabul etmenin verdiği aşağılanma duygusundan da kurtulmayı başarmıştır.

24 Kasım 2006

Der Penner

Altını ıslatmış.
Elindeki dürümden ısırıyor
Ve sendeleyerek yürüyor.
Ardı sıra kondüktör geliyor, iki de güvenlik görevlisi.
Soruyor kondüktör Ausweiss?
Cebinden alıp uzatıyor.
Hmm. Keine Adresse?
Pass? Anlaşılan yok.
Herkes kendi küçük dünyasında,
Aldıran yok olan bitene.
Tren yağ gibi kayıyor raylarda.
Ve sicim gibi iniyor camlara yağmur.
Sahanlıktaki basamaklara oturup
Yemeye devam ediyor.
Bütün dünyasını taşıdığı kırmızı çantası
Kayıveriyor sırtından.
Kimliğinden anlaşıldığı kadarıyla İtalyan.
Bıyıklı ve uzamış sakalı.
Almanca bilmiyor.
Süzüyor yabani bir hayvanın gözleriyle
—Tetikte, suçlayan, güzel—
Yolcuları ve görevlileri
Ve tuhaf bir lehçeyle mırıldanıyor sessizce.
Tutanak yazılıyor.
Kondüktör cep telefonuna sarılıyor
“Üçüncü kompartıman.”
Bir sonraki istasyonda polisler olacak.
Yağmur durdu.
Şimdi karanlık iniyor raylara.

27 Ağustos 2006

Rüya'da yazmak

Rüyamda çok güzel bir roman yazıyorum.

Bütün roman karakterleri ve mekanlar müzik gruplarının ve müzüsyenlerin adlarından oluşuyor. Benim (anlatıcının) adı, örneğin 10CC. Kızkardeşlerimin adı ise Slits—Shakespeare’s Sisters’dan iyidir, değil mi yani?— Diğer isimler olmadık bağlantılar içine giriyor. Bu ilşkileri oluşturmama yardımcı olan tek şey dijital fotoğraf makinem. Makinayla kendi odamdaki ya da misafirliğe gittiğim insanların CD koleksiyonlarının fotoğraflarını çekiyorum. Rastlantısallık unsurundan besleniyorum anlayacağınız. Dara düşünce bu çok yakın plan çektiğim ve CD'lerin sırtlarını okuyabileceğim fotoğraflara bakıp bir karakter oluşturuyorum. Mesela Cohen bir taksiciyi, Diamanda Galas çiçekçiyi, Elvis Costello bir torbacıyı oynuyor.

Olay Coney Island adında tuhaf bir yerde geçiyor; Coney Island’la ilgisi yalnızca Van Morrison’ının şarkısından mülhem. AC/DC her yerde karşınıza çıkıyor ve ortalığı dağıtıyor. UK-Subs denen meymenetsiz, 10 CC’nin (ben oluyorum bu, hatırlatırım) kızına (Constanze) yamuk yapıyor. Erkin Koray geliyor sonra (Hollanda’nın Venlo kasabasındaki Sounds adını taşıyan—aha! al sana bir başka karakter/mekan adı— müzik dükkanında, yanılmıyorsam deneysel CD reyonunda görünce göğsüm kabardı, ağlamamak için inanın zor tuttum kendimi...); kendisi anlatıcının dayısı oluyor....

Dara düşünce Sounds'a gidiyorum ya da Dost'a durmadan fotoğraf çekiyorum ve kişiler, olaylar ve aralarındaki bağlantılar çok akıcı bir şekilde ete kemiğe bürünüveriyor. Mesela Constanze ile Sound Garden denen bir çay bahçesinde buluşuyoruz, hemen yanımızda Steve Winwood adında kasabanın zengin tefecisi oturuyor, bir T-şört ve deri ceket giymiş serseri ise onun kabadayısı Frank Zappa'dan başkası değil.

Bir ara, Waterboys meyhanesinde, barmene
—Hey, Tom (Waits), bana bir bira daha ver,
dediğimi anımsıyorum.

19 Ağustos 2006

Max Frisch












Verili hiçbir kimliği benimsemeyeceksin.

Çok sevdiğimiz insanların hiç de kolayca tarif edemeyeceğimiz insanlar olması ilginçtir. Onları severiz, o kadar. İşte aşk tam da budur, onu harikulade kılan şey budur: bizi hep bir gerilim içine hapseder, bir insanı bütün yönleriyle tanımaya koşullar. Sevilen birinin kendini dönüşmüş/gizemlerinden arınmış hissettiğini ve herşeyi, hem en mahrem hem de sıradan şeyleri kendine olduğu kadar onu seven kişiye de aktardığını biliriz. Şeyleri sanki ilk kez görüyormuş gibi bir hali vardır çoğun, çünkü aşk onu görüntüsünden kurtarmıştır. Aşkın heyecan verici, öngörülemez ve insanı gerçekten allak bullak eden yönü budur: Sevdiğimiz insanı asla tüketemeyiz: çünkü severiz onu; ve onu sevdiğimiz sürece mümkün değildir bu. Aşık oldukları zamanlarda şairlerin halini getirin gözünüzün önüne: Sanki sarhoş gibi benzetmeler ararlar; evrendeki herşeye yapışırlar, çiçeklere, hayvanlara, bulutlara, yıldızlara ve okyanuslara. Neden? Kişinin sevdiği insan tıpkı evren gibi ele geçirilmezdir de ondan; Tanrı’nın ebedi mekânı gibi, o da sınırsızdır, olasılıklarla ve gizlerle doludur—

İnsan yalnızca aşıkken katlanabilir buna.

Max Frisch

13 Ağustos 2006

Körelme



Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezden gelmeyi alışkanlık haline getiren bir adam vardı. Bunu nasıl başardığını sormak anlamsızdı, çünkü çok kolaydı. Çirkin bir bina. Sevimsiz bir adam. Yaralı bir hayvan. Çiçek vermeyen sardunyalar. Savaş görüntüleri. Sokakta bir kaza. Para tutkunu insanlar. Kibirli kadınlar. Hayalgücünden yoksun bir akrobatlar -- ipin üstündeki bütün akrobatlar yoksundur bundan--. akvaryumlar. kasaplar. kasap dükkanları. kirli mutfak tezgahları.

Hoşuna gitmeyen şeyleri silebiliyordu gözlerinin önünden. Onları görmüyordu, çünkü yoktular zaten. Birer birer ortadan kayboluyorlardı bir şekilde. Can sıkıcı, simetrik vitrinleri mesela. Sevmediği CDleri, kitapları. Suratsız garsonları ve kasiyerleri.

İşi o kadar ilerletmişti. Bir kör gibiydi artık. Ve her kör gibi onun ayakları da sanki özel duyargalar geliştirmiş gibiydi. Attığı adımlara güvenir olmuştu. Açık gözleri yalnızca açıktı ama yanmayan birer ampül gibi işlevleri kalmamıştı.

Zamanla tüm duyularını yitirdi adam.

Onu bir kliniğe kapattılar.

Şimdi yeniden işitmeyi öğretiyorlar ona.

03 Temmuz 2006

karanlık

1. Gün

Birinci gün diyorum ama belki de başka bir gündür.

çok karanlık... epeydir öyle. karanlık olacağını biliyordum, tahmin ediyordum etmesine, ama bu farklı birşey. her tarafınızı, bütün oyuklarınızı dolduran, bütün uzuvlarınızı sarmalayan, onlara nüfuz eden akışkan ve yeğni bir sıvı gibi. en çok da alnınızda, göz çukurlarınızın birazcık üstünde yoğunlaşan, daha önceki görme duygunuzla alay edercesine artık bu yetiye sahip olmadığınızı size hatırlatan, bu gerçeği kahkaha ve gözyaşlarıyla beyninize kazıyan bir yokluk. gece ya da sinema salonlarının o yumuşak loş karanlığı değil.

2. Gün

ölmüş olmama rağmen pelvisimde bir kaşıntı hissettim gibime geldi. kasıklarıma doğru bir karıncanın kılcal ayaklarının tıpırtısını duyar gibi oldum. bu sessizlikte, bir karıncanın minicik ayakları bile duyulabiliyormuş meğer. ne kadar da hızlı hareket ediyorlar! elimi hareket ettirmeyi denedim ve gülmeye başladım. gülemedim elbette. çene kemiklerimi hareket ettirmem, pörsümeye başlamış yüz kaslarımı kımıldatmam imkansız. bütün bedenim, artık buna beden denirse tabii, toprağın iyice derinlerine batıyor sanki. üstümde bir ağırlık var. ve karınca hala üzerimde gezinmeye devam ediyor.


3. Gün
bugün yukarıdan su sızmaya başladı. önce göbek deliğime bir iki damla düştü, derken kefenimi ıslatan su, ipince bir derecik haline geldi, birkaç dakika içinde çökük karnımı bir krater gölüne çevirdi.
hiç unutmuyorum, bir gün kırda yürüyüşe çıkmıştık karımla. aniden yağmur bastırmıştı. aylardan hazirandı ve öyle yağmur yağacak bir hava da yoktu. önce ne yapacağımızı bilemedik. sonra dere kenarında amaçsızca yeşeren defne ağaçlarına koşturduk. defne dalları bizi epeyce korudu yağmurdan. sonra yağmur iyice azıtınca yaprakların arasından sızan sular üzerimize küçük çağlayanlar boşaltmaya başladı, iliklerimize kadar ıslattı.

4. Gün
yeni sesler duyuyorum. kemiklerimi örten etlerim ufak çığlıklar atarak dağılmak istercesine yıllarca bağlı oldukları yüzeyden uzaklaşıyorlar. bu da bir şey elbette. ama bu kadar erken mi olacaktı! belki de bugün dördüncü gün falan değildir. ne bileyim.

benden, bir ölüden mekan konusunda güvenilir veriler alabilirsiniz. başka bir seçeneğim yok. başka bir yerde olamam zaten. toğrağın altındayım. tamam mı! (kızmıyorum, kızmamalıyım; ölüler kızmazlar; belki eğlenceli de olsa saçma öykülerde, filmlerde yaşayanları rahatsız ederler...) zaman konusunda konusunda ise güvenilir olmadığımı peşinen söylemem gerekir. hoş, arif olan anlar, anlamıştır.

bu satırları okuyan bazıları, "anlatacaksan adam gibi anlat; martaval okuma!" diyeceklerdir. bazıları da bu "macabre" anlatının yeteri kadar iğrenç ve ürkütücü olduğunu, buna bir de anlatıcının yorumlarının katılmasının son derece iğrenç olduğunu söyleyeceklerdir.

5. Gün
6. Gün
7. Gün

Decameron Hikayelerinden birinde öldükten sonra dirilen ve cehennem olmadığını arkadaşlarına haber eden günahkar genç adam gibi hissediyorum kendimi.

melekler yok. zebaniler yok. işkence ateşleri de yok, huriler de.

22 Haziran 2006

Kurt Schwitters: Eile ist des Witzes Weile

"Kümmernisspiele"-"Keder Oyunu"
a. Efendim:
b. Evet?
a. Tutuklandınız.
b. Hayır.
a. Efendim, tutuklandınız.
b. Hayır.
a. Efendim, tutuklandınız.
b. Hayır.
a. Efendim, ateş edeceğim.
b. Hayır.
a. Sizden nefret ediyorum.
b. Hayır.
a. Sizi çarmıha gereceğim.
b. Hayır.
a. Sizi zehirleyeceğim.
b. Hayır.
a. Sizi öldüreceğim.
b. Hayır.
a. Kışı düşünün.
b. Asla.
a. Sizden nefret ediyorum.
b. Asla.
a. Sizi geberteceğim.
b. Dediğim gibi, asla.
a. Ateş edeceğim
b. Bunu daha önce söylemiştin.
a. Öyleyse lütfen gelin.
b. Sen beni tutuklayamazsın.
a. Nedenmiş?
b. Olsa olsa beni yakalayabilirsin.
a. Öyleyse sizi yaklayacağım.
b. Hadi yap o zaman.
b. a.nın kendisini yakalamasına ve yaka paça götürmesine izin verir. Sahne kararır. Seyirciler kendileriyle dalga geçildiğini düşünerek bağırıp çağırmaya, ıslık çalmaya başlarlar.
Koro avazı çıktığı kadar bağırır: Rezalet! Şair dışarıııı. Bu ne saçmalık.

1922.



"Kurze Lebensbeschreibung"-"Kısa Hayat Hikâyesi"
Küçük bir çocuk olarak geldim dünyaya. Annem beni babamın yanına gönderdi, babam buna çok sevindi. Benim bir erkek olduğumu fark etmesiyle kendini tutamayıp sevinçten odada zıplayıp hoplamaya başladı, çünkü bütün hayatı boyunca hep bir oğlu olsun istemişti. Ancak babamın en büyük sevinci bir ikizimin olmamasıydı.

Sonra büyüdüm ve herkesi mutlu etmeye başladım, zaten başkalarını memnun etmek hayattaki en büyük amacım olmuştur. İnsanlar birşeylerden kaygılanmaya başlayınca yapılabilecek bir şey yoktur. Öğretmenim ne zaman beni şamarlam fırsatı bulsa mutlu oluyordu ve bütün okul ben mezun olduğumda derin bir nefes aldı.

1939.

Hannover

Hannoverliler bir şehrin, büyük bir şehrin sakinleridirler. Hannoverliler köpek hastalığı nedir bilmezler. Hannover Belediye Binası Hannoverlilere aittir ve bu elbette haklı bir taleptir. Hannover ve Anna Blume arasındaki fark, Anna'nın baştan sona ve sondan başa okunabilmesi, ancak Hannover'in ancak baştan sona doğru okunabilmesidir. Ancak, Hannover sondan başa doğru okunduğunda üç kelimelik bir kombinasyonu ortaya çıkarırır: "re von nah." "Re" sözcüğü farklı şekillerde tercüme edilebilir: "geriye doğru" ya da "geri." Ben, "geriye doğru" tercümesini öneriyorum. Böylece Hannover kelimesinin tercümesi bize "Geriye doğru -den -e doğru" karşılığını verir. (...)Diğer taraftan Anna Blume tersten düz okunuduğu gibidir: A-N-N-A.
(Lütfen köpeğinizi kayışla gezdiriniz.)

Yeniden Doğumum

İnanın, bu konuyu iyice düşündüm, bu yüzden tutup olmaz öyle şey demeyin. Bu kesin doğru, bu yüzden bana pekala "Küçük Hanım" diye hitap edebilirsiniz. Bakın, daha önceleri ben kesinlikle bir köpektim, bu yüzden bütün köpeklere hak ettikleri saygıyı göstermekte kusur etmem. Köpekleri severim, davranışlarındaki terbiyeye, ahlaklı, açık sözlü, sadakatli, kin gütmeyen, dürüst kişiliklerine bayılırım. Bakın, ben de öyleydim. Bir köpek gördüm mü ona rahat vermem, ille de ona, eski meslektaşıma dostça havlamaktan geri durmam. Kendimi özgü, bütün köpeklerin yanıltıcı bulduğu bir havlama geliştirdim. Hepsi de öfkeyle havlayarak karşılık veriyorlar, hatta çoğu zaman pantolonumu ısırmak istiyorlar. Bakın, bir insandım ben hatta bir gazeteci. Bu insanlar hiçbir kişilik belirtisi göstermeyen türden insanlardır. Ahlaklı oldukları su götürmez, ancak bu yalnızca yazdıkları için geçerlidir, çünkü biz gazeteciler hiçbir kusur yokken bile insan hayatının karanlık tarafları denen şeyi de iyi biliriz. Ancak, müsterih olunuz Sayın Bayım, biz gazeteciler yalnızca kendimiz için yazarız. Ve oluşturduğumuz partiye* sadığızdır. İçimizden bir bir yazı mı yazdı, hemen kendine bir parti* kurar. Elbette kendi değerimizi iyi biliriz,* benim gibi mesela. Kin gütmek? Bu söz konusu bile olamaz, hem de hiç. Bakın, biz eleştirel insanlarızdır ve olgulara hiçbir kişisel tavır lamksızın iyi ile kötüyü ayırt etmeyi biliriz. İşte böylece ben en iyi şekilde melek gibi bir tabiata kavuştum ve bir sonraki sefer hayata bir kadın olarak geleceğime adım gibi eminim. Ama insanın önce bazı şeyleri tecrübe etmeniz gerekir! Ben de bunu önceden çok iyi hem de müthiş akıllı bir şekilde düşündüm zaten, ve artık gazeteci olarak yaşamak istemediğime karar verdim.


Hayat Müthiş Bir Buluştur
*Forsetzung folgt....

nantucket

William Carlos Williams


Pencereden görünen çiçekler
lavanta ve sarı

değişen beyaz perdelerden-
temizlik kokusu-

İkindi güneşi-
Cam tepsi üzerindeki

cam sürahi, ters çevrilmiş
bardak ve

yanında da bir anahtar- Ve
tertemiz beyaz bir yatak




Nantucket

Flowers through the window
lavender and yellow

changed by white curtains—
smell of cleanliness—

Sunshine of late afternoon—
On the glass tray

a glass pitcher, the tumbler
turned down, by which

a key is lying—And the
immaculate white bed



(Selected Poems, ed. Charles Tomlinson (New York: New Directions, 1985) 72.
Qtd. .n Rainer Schulte: “Translation Studies as Model for Revitalizing the Humanities” in Translating Literarures, Translating Cultures: New Vistas and Approaches in Literary Studies. Eds. Kurt Mueller-Vollmer and Michael Irmscher. (Stanfırd UP: Stanford, 1998). 34.

manavgat ağzı

Adlar ve Eylemler

tokucak: çamaşır yıkarken, yıkanan çamaşırın suyunu çıkarmak için (hınçla) kullanılan, tabanı düz, saplı ahşap alet.
kisireni: bir pişirimlik hamur koparmak ya da hamur kabının dibinde kalan hamuru toparlamak için kullanılan geniş ağızlı metal alet (yanılmıyorsam:)).
çencere: bildiğiniz tencerenin bozunuma uğramış hali.
muğar: göz (suyun çıktığı yer; ah, ne güzel bir sözdür göz...) pınar, kaynak, su kanalı
cıba: ba'ça, bahçe. sanki daha çok küçük bahçeler için ya da hemen evin yanıbaşında bir-iki ağaçlık tarla için kullanılıyor
ganel: kanal, kanalet.
singit: küçük, yeşilken kekremsi, olgunlaşınca bal tadında meyvesi olan bir tür yabani armut(?).
gerpelit: pelit, meşe. Neden "ger" öneki kullanılmış bilmiyorum.
biladan: ladin.
gümül: hasat zamanında yolunan susamların deste yapılarak birbirine dayanması sonucu oluşan ölçü birimi. Bir tarladan kaç gümül susam alındığı önemli bir veri oluşturur.
alafalak: yanılmıyorsam bu saksağandan başkası değil.
devegötünegirikçıkan: yaz aylarında ortaya çıkan, zamanında arkadaşlarımın sapanla avladığı (ah!) ve çok lezzettli lduğunu iddia ettikleri bir kuş. göğsübaştankara desem değil. ne kadar küçük olduğunu adı da ele veriyor.
hobuç yapmak, hobuçlamak: çocuğu omzunda ya da sırtında taşımak.
çiyin: omuz(aynı zamanda Azeri Türkçesinde yer alıyor. Azeri TVsinde duymuştum.)
göden: kalça? (deve gödeni gibi...)

Hitap Sözcükleri

bizim o'lan (oğlan): biraderiniz olması gerekmez, hitap sözü işte. kadınlar için de bizim gız, dersiniz olur biter.
dezo'lu: teyze oğlu. seslendiğiniz kişinin teyzenizin oğlu olması gerekmez.emm'oğlu gibi, day'oğlu, hal'oğlu,vb. gibi.
çavış: çavuş. genel hitap sözcüğü. genelde askerlik yapmış erkekler arasında kullanılsa da rütbenin çavuş olma zorunluluğu yoktur.
hısım: genel hitap sözcüğü. ille de hısım, akraba olmak lazım değildir. ancak, kanınızın kaynadığı biri olmasında fayda vardır.

ged ulan!: git ulan.
tahni!: (kızma, şaşma) bak şuna!, (seslenme) bir baksana,anlamlarına gelir. tanımak eyleminin doğurduğu eşsiz bir sözcük bence.
hodunusa!: ho domuza! yuh san! artık ekin tarlasından yaban domuzlarını kovalarken kullanılmıyor. bir ilenme, (hak edene) hakaret, bakla tarlasına giren ineğe uyarıda bulunma, vb. işlevleri görür.
ha naylet!: lanet olası(ca). nalet ya da naylet: lanet okunan kişi ya da hayvan.
naceset!: necaset?
bene beleni dökme!: pek şekspiryen gelir bana bu. "git başımdan, belanı arıyorsun, fazla uzattıni kaşınıyorsun" (you're looking for trouble!) gibi bir şey.
gödeni/satanı dağılası: çok görsel bir ilenme, uyarma sözü.

mücürüm: beceriksiz.
elganam: mücürüm.
firekli: beş para etmez.
kokar!: firekli

nişlen?: ne işlen? ne yaparsın? ne yapıyorsun? keyfin nasıl?
oran nehil?: oran nasıl. ****
ta'talı: tahta=***

15 Haziran 2006

Dorris Lessing'in Rüyaları

Çok güzel bir rüya gördüm. Rüyamda güzel bir kumaştan örülü etrafa yayılmış devasa bir ağ gördüm. İnanılmaz derecede güzeldi ve iğneyle işlenmiş resimlerle kaplıydı her yeri. Resimler insanlığın söylencelerini gösteriyordu ama yalnızca resim değildi bunlar, bizzat söylencelerin kendisiydi, bu yumuşak, ışıldayan ağ adeta canlıydı. Rüyamda bu kumaşı elime alıp dokundum ona ve sevinçten ağladım.

(Golden Notebook)

01 Haziran 2006

en güzel yapıt adları

Bazı yapıtlar vardır, isimleriyle yakalar insanı. İlginç bulduğum, bazılarını uydurduğum, yazmayı/yazmış olmayı istediğim kitaplar, metinlerden birkaçı...Bazılarını siz de bileceksiniz...

*Ne Öğrendimse Köpeğimden Öğrendim.
*Hayat Kısa Proust Uzun.
*Pros and Cons of Hitchhiking (Otostopçuluğun Altın Kuralları).
*Yeraltından Notlar.
*Bilgisayar Daktilo Değildir.
*I Make music You Make Me Sick (Ecnebi Mute Plakçılığın bir yan yapım şirketinin adı sanırsam.)
*Aslolan Hayattır.
*The Hairstyle of the Damned (Joe Meno'nun Ayrıntı Yayınevi tarafından belki yayınlanacak enfes romanı)
*As I Lay Dying

17 Mayıs 2006

Proust by Samuel Beckett



Zamanı iki başlı bir canavar olarak gören Proust'u okuyan Beckett de zaman mefhumuyla uğraşır durur aslında. Oyunlarında bir stasis durumu yaratarak başarır bunu. Proust'ta, der Beckett, zaman hem lanetlenme hem de kurtuluştur. Oysa Beckett'in oyunlarında Zaman'ın kurtuluş ayağı yoktur. Bekleme edimi, hareketsizlik ve onu takip eden sıkıntı o kadar yoğundur ki, Zaman hissedilir olmaktan çıkar sanki. Zaman mefhumunu hissetmemizi sağlayan şeyin olayların ardıllığı olduğu söylenebilir, doğru, Beckett'in oyunlarında hiç birşeyin vuku bulmadığı söylenemez; ancak, bu olayların kopukluğu, sıradanlığı ardıllıktan ziyade bir boşluk hissi yaratır. ...

Aşağıda ilginç bulduğum ve birer aforizmayı andıran kısımları çevirdim. (metis'ten çıkan çeviriyi kitapçılarda bulamadım.)

* "Hafızası kuvvetli biri hiçbirşeyi hatırlamaz çünkü hiçbir şeyi unutmaz."

* "İnsan sadece sahip olunmayan şeyi sever, onda erişilmez olanı kovaladığı şeyi sever."

* Aşk, ister kıskançlıktan ister ona yol açan arzudan kaynaklansın, yalnızca bir doyumsuzluk durumunda var olabilir.

* İnsan anlaşılmak ister çünkü sevilmeyi ister, insan sevilmek ister çünkü sevmektedir.

* Proust'a göre aşk insanın mutsuzluğunun bir işlevi ise, arkadaşlık da onun korkaklığının bir işlevidir.

* Proust'un imgelerinin çoğunun nebati olması dikkate değerdir. (...) Çiçekler ve bitkilerin bilinçli bir iradesi yoktur. Utanmazca üreme oragnlarını sergilerler. Bir anlamda, kör ve katı iradeleri saf bir öznenin huzurunda asla silinmeyen Proust'un kadınları ve erkekleri de öyledir.


Beckett'in son gözlemi çok çarpıcı. Buradan hareketle hayvani ve nebati romancı ve şairlerden de söz edilebilir. Örneğin D.H. Lawrence bitkileri de hayvanları da sever, ancak onun psiko-dinamik süreçlerin bir yansıması, mitolojik çağrışımların uzantısı olarak çizdiği roman kahramanları daha çok hayvancıldır, Freudcu birer kurgu gibidirler; bastırılma ve dışarı vurma arasında salınıp dururlar. Saki hayvancıdır, ama kullandığı imgelere yakından bakmak lazım gelir.

....

Kim demişti? John Cage? e.e.cummings?
"I am in love with you because I am in love with the mountains."
Cümlecikler yer değiştirerek de okunabilir.

02 Mayıs 2006

yarım kalmış filmler

((buna benzer bir madde (entry) yazmış olabilirim. eğer öyleyse şimdiden özür dilerim, sevgili okurlarım. o kadar uzun süredir yazıyorum sanki... uzayda mahsur kalmış bir mekiğin içinde, etrafında boş fasulye konservesi kutuları, ekranda cızırtılar eşliğinde, parmakları adeta bilgisayarın tuşalarına yapışmış, son demlerini yaşayan, uzun zamandır traş olmadığı suratından belli olan, karamsar, göçkün bir astronot. uzaktan samanyolu'nun görüntüsü seçilebilmektedir...))

film, siyah-beyaz mıydı bilemiyorum çünkü belki de izlediğim tv renkli olmadığı için aklımda karaşın bir film olduğu kalmış...
sonuna yetişebildiğim bir film. (siz de bilirsin ki bazı filmlerin yalnızca jenerikleri, giriş sahneleri enfestir-örnek, Exorcist-, bazılarının her bir sahnesi -örnek, tarkovski bey'in Ayna'sı),- bazılarının da sonu... bu filmde olduğu gibi.

bir kız, iki oğlan çocuğu. evlerinden ya da okuldan kaçmışlardır (hatırlayınız: 400 darbe). bir kıyı kasabasında dolaşmaktadırlar. kıyıda, kayalıkların onlara sunduğu rüzgardan korunan bir yerde ateş yakıp ısınırlar, denize bakarlar. sonra kasabanın içlerine doğru yürürler ve vitrinlere bakarak dolaşırlar. derken ev hayvanları satan bir dükkanın ya da bir balıkçının önünde dururlar. akvaryumda balıklar vardır (yakın çekim?). oğlan çocuğu:
-balıkların acı çekmediğini söylerler. yalan, der.

film biter, çevrinen bir kamera görüntüsüyle mi, karartmayla mı, hatırlamıyorum.

adını bilmediğim bu film içimde hala oynuyor.

26 Nisan 2006

okumak istediğim kitaplar


OLGA UND HOLGER

Olga Nine günün birinde pazardan yumurta alır. Derken... O da ne? Yumurtalardan birinden bir tane timsah yavrusu çıkıverir. Serinkanlı Nine olay karşısında hiç de şaşırmaz. "Bir taimsah!" demekle yetinir. "Ne kadar da şirin! Senin adın Holger olsun," der. Timsah Holger'i tadına doyulmaz ahududu reçeliyle besler, onunla yüzme havuzuna gider, kendini yalnız hissetmesin diye yatağının altına onun için bir küvet koyar. Resimlerle süslenmiş, uyaklı, renkli enfes bir öykü. 4 yaş ve üstündeki çocuklar için... 32 s. 12.90 Avra.


FRANZISKA UND DIE ELCHBRÜDER (Franziska ve Alageyik Biraderleri)

Franziska ailenin tek çocuğudur ve kardeşleri olmasını arzulamaktadır. Günün birinde kapının önünde oturan üç alageyiği görünce dünyalar Franziska'nın olur: Nihayet onun da erkek kardeşleri olmuştur. Ne var ki çok geçmeden bu durumun oldukça karmaşık olduğu ortaya çıkar. Alageyiklerin oyun tarzları çok farklıdır, yalaktan su içmektedirler ve ikide bir kalemlerinin ucunu kırmaktadırlar. Belki de alageyiklerin dışarıda yaşaması daha iyidir, diye geçirir içinden Franziska ve onlarla uzun bir yolculuğa çıkar. Sonunda alageyikler bata çıka yürüyebilecekleri karlara ulaşırlar. Franziska bu kez çok mutlu olur çünkü allahtan "yalnızca" arkadaşları ve kuzenleri vardır.



DER PRINZ IM PYJAMA (Pijamalı Prens)

Prens rahat olduğu, düşünüp taşınmayı ve buluş yapmayı kolyalaştırdığı için asla pijamalarını çıkarmaya yanaşmaz. Ama kral onu azarlar çünkü diğer prensler zırhlar kuşanıp tehlikeli ejderhalarla şavaşmaktadırlar. Bu yüzden Prens'in yollara düşüp kendisine bir Prenses bulması gerekmektedir. Kısa süre sonra bir haydut, ağzından alevler fışkıran bir ejderha ve bir cüceyle karşılaşır. Prens, buluşlarının ve pijamasının sayesinde birçok arkadaş edinir ve çok geçmeden huyu huyuna suyu suyuna uyan bir prenses bulur. Alışılmadık ve muhteşem çizimlerle süslenmiş bir masal. 3 yaştan başlayarak. 32 sayfa. Renkli. 12,95 Avra.

17 Nisan 2006

fındık'ın ziyareti

fındık geri geldi, daha doğrusu bir gece bizde kalıp yine "vahşi doğaya" karıştı. kitapçıdan dönerken gördüm, çalıların arasında birşey ararmış gibi burnuyla otları kokluyordu. çağırdım gelmedi. yanaştım, okşadım. biraz gönlü var gibiydi. sonra yine kaçar gibi yaptı. "önemli işlerim var benim. uğraşamam seninle," der gibiydi. zaten ben de çok hevesli değildim onu eve hapsetmeye...

eve yürümeye başladım. itaatkar bir köpek gibi ardımdan sökün etti. köpekleşen kedi (!). insanı ruhu okşanıyor tabii. :) kapıya kadar geldi ve kapıyı açmama için bağrındı durdu. içeri girince yemek verdik. kalan kıtırın hepsini... sonra ulvi bir yorgunluğun acısını çıkartırcasına, bir inşaat işçisinin şekerlemesi gibi (doğru bir benzetme değil ama, aklıma ilk gelen bu) derin bir uykuya daldı.

her zamanki gibi sabah dışarı çıktı.

ona kuaför bakıyormuş. boynundaki tasma izinden de anlaşılıyor bu.

10 Nisan 2006

düş-yazı: edebi bir tür olarak düş

epeydir gördüğümüz rüyaların bir edebi tür olarak tasarlanıp tasarlanmayacağı konusunda kafa yoruyorum. bu ilginin kaynağı burroughs külliyatı. bu bilhassa arabölge ve çıplak şölen'de belirginleşen bir eğilim ve arayış.

düşlerin tekinsiz doğası, gerçeklikle yaşadığı gerilim ve çekişme, dahası olayları karıştırıp onların akışını/ardıllığını kurcalama, karalayıp silme, suretlerin değiştirme eğilimi... bütün bunlar düşleri, edebiyat/sanat için gündelik, bilinçli deneyimlerimizden daha uygun, daha ready-made bir malzeme gibi sunmuyor mu?

freud'dan hareketle rüyaların yeniden kurgulanmış, ya da yüzeye çıkarken biçim değiştirmiş deneyimler olduğunu söyleyebiiriz. bastırılmış arzu ve isteklerin kendilerini duyurma, ortaya çıkmaları olgusu. yazan kişinin de bir anlamda yaptığı benzeri bir edim değil midir?

31 Mart 2006

ajan

uzun zaman beni takip eden bir ajan olduğunu anlayamamıştım onun. çalıştığım gündelik işlerde hep yanımdaydı. güney illerindeki ekin hasadında, elma ya da pamuk toplarken, kışın büyük şehirlerde badana boya işlerinde, tekstil atelyelerinde hep benimleydi--ardıma takılmış sevimli, sıska bir sokak köpeği gibi. tuhaf olsa da nasılsa kanıksadığım bir birliktelik, yol/kader arkadaşlığı. kendi seçimim olmayan herşey gibi (hemşehrilik, milliyet, din hatta adım, cinsiyetim) onu da sahiplenmedim çok. ama -yaşadığım koşullardan olsa gerek- nedense onu rahatsız edici, kafamı kurcalayan bir unsur olarak görmedim. hatta zamanla gizliden, ufaktan hoşuma gitmeye başlamıştı bu herif.

istemeden karıştığım bazı olaylar yüzünden üniversitedeki kürsümden olmuş, hayatımı "amele" olarak kazanmak zorunda kalmıştım. bir zamanların sayılı kimyagerlerinden olan ben şimdi ne iş bulursam yapıyordum. diyeceksiniz ki neden göreli olarak daha "saygın", kendi konumuna yaraşır bir iş yapmayı seçmedin? elbette yapabilirdim ama kaybettiğiniz saygınlığı (!), konumu daha az saygın sayılan bir işle telafi edemezsiniz ki! (Her iş saygındır ve bu saygınlık görecelidir; insanları sorgularken işkence yapan bir görevli yaptığı işin saygınlığından şüphe duyar mı dersiniz. işini sevmeyebilir ama saygınlığına toz kondurmaz!) üstelik, kitaplar, fikirler, kuram ve deneylerle örülü bir dünyanın benim gibi -en azından bir zamanlar-asi bir ruha hitap etmediğini anlamıştım. bu gerçek ta 42 yaşında dank etmişti kafama. ben kapalı mekanlarda, tozlu kitap raflarıyla dolu odalarda, düşüncelerle örülü soyutlamalarda değil doğada, birlikte çalışan, üreten, terleyen insanların arasında mutlu olabilen biriymişim meğer.

evet ... her yerde bir gölge gibi takip ediyordu beni. bu tesadüfi arkadaşlığı yavaş yavaş kanıksamış, hatta onu kader arkadaşım olarak kabul etmeye başlamıştım.
şüphelenmesine şüpheleniyordum ama üstüne gitmenin bir anlamı yoktu, hem saklayacak bir şeyim yoktu, hele şimdi, hiç. ondan rahatsız olmak bir yana acımaya bile başlamıştım ona. bu kısa boylu, zayıf yapılı, narin adamcık nasıl olmuş da polis olmuş, benim gibi bir rejim karşıtını izlemeye başlamıştı, doğrusu akıl erdirmek zordu. polislerde gördüğünüz o fiziksel güçten, kendine güvenden, üniformalarından, şapkalarının altındaki bakışlardan süzülen o tehditkarlıktan onda eser yoktu. çelimsizliği bir yana, yürürken tedirgin bir edayla hareket ediyor, hep kendisine yönelecek bir tehdit varmışçasına korku dolu gözlerle etrafı kolaçan ediyordu. ip gibi ince, komik bir burnu vardı. komedilerde aktörlerin dudaklarının üzerine kondurduğu takma bıyıkları andıran, eğreti bir bıyığı vardı. endişeye kapıldığı anlarda bıyığını elinin baş ve işaret parmağıyla bir düzeltmesi vardır ki görülmeye değer.

beni takip etmek sevdasıyla katlandığı eziyetler onu acınası bir insan müsveddesine çevirmişti. tarlalarda, inşaatlarda, cayır cayır yanan plajlarda, buz kesmiş dağlarda beni takip etmekten ayakları nasır bağlıyor, pişik oluyordu. nasırı vurmasın diye ayağına bir çaput bağlar olmuştu. bıyıklı bir mumyaya benziyordu. dinlenmeye çekildiği zamanlarda basırları yetmiyormuş gibi bir de ayak parmaklarında türeyen mantarla ilgilenmek için odasına kapanırdık. ayağındaki mantar kaşınıyordu. nasıl bir illet olduğunu anlatamam. bir gün elinde bir makasla kaşıntısını gidermeye çalıştığını kendi gözlerimle gördüm. yazın pişiğinin nahoş etkilerini bertaraf etmek için de şalvar giyiyordu. güzel, dökümlü bir şalvardı doğrusu.

bu kez kader bizi bir tatil beldesinde yakalamıştı. yabancı turistlere hizmet veren bir plajda şezlonglara bakıyor, kumsalın temizliğini yapıyorduk. bana

-epeydir seni takip ediyordum, hoca, dedi.

sesinde beni köşeye sıkıştırmış olmanın, son öldürücü darbeyi indirmeye hazırlanırken içinde kabaran heyecanın buruk (böylesi bütün hamleler buruk değil midir?) tadı ve şaşkınlığı vardı. (evet. şaşkınlık. bu cesareti bulmuştu sonunda. cesaret diyorum, çünkü bu itiraf, aramızdaki zımni dostluk ve dayanışmayı, her ne kadar müphem olsa da birlikte yaşamaya göz yumuşumuzu -en azından benim açımdan- imkansız kılabilirdi).

bunu bekliyordum. gel gör ki ne diyeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilemiyordum. bunun iki nedeni vardı. birincisi, karşımda bir sivil polis ya da ne derseniz deyin, devlet adına çalışan bir ajan vardı ve beni takip etmekte olduğunu itiraf ediyordu. geçmişimi didkleyen ve şu anda hayatımın içine giren bir polis duruyordu karşımda. ikincisi, ben masumdum. evet, geçmişte devlete karşı eylemlere karışmış olabilirdim. ama suçumu çekmiştim ve şimdi masumdum. masumiyetim de bana diyecek bir söz bırakmıyordu.

gözlerini denize çevirmiş, sigarasını içiyordu.

29 Mart 2006

güneşe bakma durağı









bugün (29 mart 2006) saat 14'e doğru güneş tutuldu...


benim için yeni birşey değil... çocukluğumda, antalya'da isli camla güneşe bakmışlığım var, hem de kaç kereler. kör olmadım. (gözlük takıyorum, ama bunun isli camla güneşe bakmaktan kaynaklandığını sanmıyorum. nereden bilebilirm ki. annem de babam da gözlük takıyorlar. kalıtsal olmalı.)

dutların yapraklarını açtığını hatırlıyorum. bu zamanlardı sanırım, ya da yaz günleri. belki de yazdı, çünkü kulakları sağır eden ağustos böceklerinin cırıltısı eşlik ediyor bu anıya. evin önündeki dar çakıl-asfalt karışımı yolda, öğle sıcağında göğe baktığımızı hatırlıyorum.

bir gün göğe bakıyordum. ellerimi dürbün gibi yapıp semaya çevirmiştim gözlerimi. berrak bir gündü. masmavi bir yaz günü. evin önünde, evden ya da kahveden çöpe atılan çay posalarıyla, sobadan çıkan küllle, bazen de ineklerin gübresiyle beslenen, ufacık tüylü, mayhoş hatta acımsı denebilecek meyveler veren şeftali ağacının yanındaydım.

babam yaklaştı. göğe baktığımı anlamıştı. "Ruhun mu sıkıldı! 'Na goduğumun dölü!" deyip basmıştı bana tokadı. babamın bana attığı iki tokattan biridir bu. şimdi gülerek hatırlıyorum. ona hiç kızmadım. hayır ruhum sıkılmamıştı (bilmem sıkılmıştım belki de, ya da okulda derste öğrendiğim bulut türlerini bizzat keşfetmek istemiştim zahir) ama bir ruhum olduğunun bilincine ermiştim o tokat sayesinde. sonra ağlayarak eve, anneme sığınmıştım, ruh denen şeyin nasıl bir şey olduğunu düşünerek...

15 Mart 2006

"insan müzesi"















yorgun insanlar

bir an önce devrileceği bir yatak arayan fiziken yorgun insanlar. yorgunluğu bir ırmak gibi sırtlarında taşıyan, o ırmakla kıvanan insanlar -neden olmasın? herkes yorgun değildir. yorgunluk bir ayrıcalıktır. her yorulmak aynı değildir. fiziksel yorgunluk tatlı ve daha saygındır nedense (Hegel'ci bir okuma yapılabilir bu konuda; hoş, hegel'in fiziksel iş ve masa başı işi konusunda bir ayrıma gidip gitmediğini bilmiyorum. onun kimlik konusunun açıklamak için ileri sürdüğü köle-efendi ilişkisinde kölenin doğayla olan bağlarının daha yoğun, güçlü olduğunu biliyoruz, efendi ise o bağları yitirmiştir. ancak burada sözü edilen iş/emek daha çok fiziksel, kol gücüne dayalı bir etkinliktir, diyesim geliyor. ne de olsa beyaz yakalı terimi oldukça yeni bir kavramdır.)

dolayısıyla yorgun insan deyince akla ilk gelen daha çok fiziksel yorgunluktur. yorgunluğun belirtileri kasların ağrıması, insanın takatinin kalmaması, terlemek, güneşte kızarmak...

fiziksel yorgunluk, yorgun olmayanlardan hizmet, yardım, anlayış ve şefkat bekleme hakkını doğurur.

ondandır belki de ülkemizde çalışan insanları seyretmeye bayılan onca insan olması. belediye asfaltı mı kazıyor? eve tamirci mi çağırıldı? Ellerini gizlemek istercesine (artık atıllaşmış, suçlu, işe yaramayan, aslında işe yaramak isteyen uzuvları) arkasına gizlercesine kıvırmış bir yaşlılar ordusu birikiverir çalışma mahallinde.

((sevgili okur, bu work-in-progress tadında ilerleyen satırları nezaket ve anlayışla okuyacağınızı umuyorum. bu sayfada okuduklarınız, denemeyle günlük türünün sınır boylarında gezinene şeyler. adından belli değil mi? deneme (essai: Fr. denemek, çabalamak, sınamak). dolayısıylan, her yazı yek diğerinin kalibresini tutturamıyor...))

garson

İçmediği halde benden sigara otlanmasına bir diyeceğim yok, olamaz da. Hoşuma gidiyor diyelim. Göz yumuyorum, ya da. Ya da bir sigaradan ne çıkar ki? Bir sigara yüzünden midavimi olduğum bir kahvenin elemanıyla niye aramı bozayım ki. "N'aber, Hoca?" demesine de ses etmiyorum.

Yok, yok, bu işte benim de hata payım var. Kesin! Neden mi? Aramız bozulursa bana soğuk, bayat çay getirmeyeceğini kim garanti edebilir? Şöyle birkaç dakikalığına uğrayıverdiğim bir anda içeriye elimle "bi çay" işareti yaptığımda her zamanki gibi çayımı hemencecik getireceğini, söyleyin bakalım, kim garanti edebilir.

Garsonlar kinci insanlardır.

Bir zamanlar bu işi yaptım, bilirim. Hele bir gözden düşmeye görün, hele bir göze batmaya görün, vay halinize. Yapmadığını bırakmaz bir garson. Şekerinizi eksik getirir, açık yerine zift gibi koyu bir sıvı sokar gözünüze, artık taze çay içtiğiniz zamanları mumla arayabilirsiniz. Kahvenin kalabalık olduğu bir esnada boşuna beklersiniz O'nun size boş bir masa ya da sandalye bulmasını.

Yok, inanın, garsonluk hayatım boyunca, hiçbir çay bardağına parmamğımı sokmadım, hiçbir kahveyi tükürüğümle taçlandırmadım, hiçbir müşterinin hesabını kin duygularıyla kabartma yoluna gitmedim. "Sen bunları bildiğine göre, yapmışsındır" mı diyorsunuz? Sizi temin ederim, meslek ahlakım üzerine yemin ederim ki böyle ucuz yollara başvurmadım.

(Bu yazıyı yazarken, başıma gelmeyen kalmadı. Sanki bilinmeyen bir güç -- Buenos Aires, Kudüs, Malatya Kalküta'dakiler dahil bütün garsonların kozmik gücü!?-- yazıyı yazmamam için elinden geleni yaptım. Bir ara elektrikler kesildi. Apartmanın bahçesindeki çam ağaçları gecenin ıssızlığında ürkütücü ıslıklar çalarak sallandı. Daha sonra tekrar yazının başına oturdum. İki paragraf kadar yazmıştım ki yanlışlıkla bir tuşa bastım ve o iki paragraf havaya uçtu. Ctr+Z tuşu bile işe yaramadı. Ama ben kararlıyım.)

Neyse. Dün yağmurun hafif hafif atıştırma idmanı yaptığı bir öğlesonrası kahvenin yanından geçiyordum. Biraz soluklanmak maksadıyla dışarıya oturdum. Elimle "bana acil bi çay" yaptım. Çok gelmeden geldi çay. Ama çayı garson yerine komi getirmişti ve iki yerine bir şeker vardı tabakta. "İstersen getiriyim abi," dedi. Yok, dedim, gerek yok. Keyfime diyecek yoktu, sokaktan geçenleri izleyerek aylakça oturabileceğim nadir anlardan biriydi. Bir sigara daha. Bir çay daha söyledim. Garson Bey sıkça deliğinden çıkmadığı için (içeride kağıt oynayanları izlemeye bayılır) çayların parasını peşinen ödeyeyim dedim. Cebimde kalan bozuk paranın ne kadar olduğunu adım gibi hatırlıyordum. Bir tane 1 YTL, bir tane 50 Kuruş, üç tane 10 Kuruş. Paraların ağırlıklarını, üstündeki kabartmaları hissederek, büyük bir itinayla 1 Lira 20 Kuruşu garsonun avucuna boşalttım. o, bu esnada yan masadaki adamla haftasonu oynanacak maça ne kadar para yatırdığından, kesin kazanacağından dem vuruyordu. Çayımı içemeye devam ettim. Bizimki bana dönüp, "Hoca, 1 lira yerine 50 kuruş vermişssin," demez mi! Beynimden vurulmuşa döndüm. "Ama nasıl olur," dedim. elimi cebime atıp paraları konrol ettim. Yanılmıyordum ama O'nunla bozuşursam başıma neler gelebileceğini düşünüp, "Peki, olabilir," dedim ve bir 50 kuruş daha tosladım.

Garsonlara karşı dikkatli olun.

Benden söylemesi.





Otobüsteki Kızlar/Oğlanlar

Otobüste gördüğünüz kız ve oğlan çocukları (ortaokul ya da lise talebeleri) yetiştikleri sınıfsal ortamın bir yansıması oluyor genellikle, ya da yetiştikleri sınıfın arzuladığı bir üst basamağın ya da sınıfın özelliklerine göz kırpan bir davranış silsilesi arz ediyorlar (sıkıcı bir gazete yazarına aitmiş gibi geliyor kulağa bu sözler, ama n'apalım?). Oturuş kalkışları, konuşmaları, pervasız tavırları, telefon tutkuları, koltukta oturduklarını unutup bir meyhane masasında oturuyormuşçasına (öndekiler yüzlerini arkaya dönerler) dirsekleri birbirine değerekten laflamaları... Dersaneden dönenler de var tabii. Şu kızcağız mesela, otobüste notlarına göz atıyor ve sınav öncesi yaşadığı her anı elden geldiğince değerlendirmek istiyor. Erkeklerden oluşan dörtlü bir arkadaşlarının tarih dersinde yaptığı espiriye gülüyorlar katılarak: "Kalede kim vardı o esnada?" "Rüştü vardı, Hocam!" Puhaaahaa!

...

Yahu ne diyorum ben?